Lozan Antlaşması’nın yüzüncü yıl dönümünde, Ozan Özavcı ve Jonathan Conlin, 1923’ün Türkiye ve dünya tarihi için ne anlama geldiğini tartışıyorlar.

Jon ve Ozan, the Lausanne Project’in kurucuları.

Birinci Dünya Savaşı aslında 1918’de değil 1922’de sona erdi. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla. Bu antlaşma hem Türkiye hem de dünya tarihi açısından bir dönüm noktasıydı. Lozan, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu simgelediği gibi, bir zamanların kudretli İngiliz devlet adamı George Nathaniel Curzon’ın ve onun temsil ettiği kibirli “eski diplomasi”nin de kaderini belirledi. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna ve Orta Doğu siyasetinde iki yeni aktörün ortaya çıkışına işaret etti: ABD ve Büyük Petrol.

Otuz sekiz yaşında bir asker olan İsmet Paşa, Kasım 1922’de Lozan’a gelişinden sadece altmış gün önce Batı Anadolu Ordusu komutanı olarak “bağımsızlık savaşını” yönetiyordu. Savaş yapmaktan barış yapmaya geçişi kolay olmadı. Lozan’a cebinde on dört maddelik bir talimatname ile geldi. “Ermeni ulusal yurdu”, kapitülasyonlar (yabancı tebaaya tanınan hukuki ve ekonomik ayrıcalıklar), Türk ordusu ve donanmasına getirilen sınırlamalar ve Türkiye’deki yabancıların rejimi Ankara hükümetinin kırmızı çizgilerini teşkil ediyordu. Bu konularda taviz verilmesi yeni Türkiye’nin egemenliğinin ihlali olarak görülüyordu. İtilaf Devletleri bu konulardan herhangi birini masaya yatırırsa, İsmet Paşa’ya müzakereleri kesmesi emredilmişti. Trakya ve Suriye sınırları, Osmanlı borçları ve Boğazlar gibi diğer konularda ise gerekirse Ankara’dan yeni talimat alacaktı. 

Lozan, Osmanlı İmparatorluğu’nun sonunu simgelediği gibi, bir zamanların kudretli İngiliz devlet adamı George Nathaniel Curzon’ın ve onun temsil ettiği kibirli “Eski Diplomasi”nin de kaderini belirledi. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna ve Orta Doğu siyasetinde iki yeni aktörün ortaya çıkışına işaret etti: ABD ve Büyük Petrol.

Ancak Kasım 1922 ve Temmuz 1923 ayları arasında, aslında bugün Türkiye’de akademik ve popüler eserlerde anlatılanlardan çok daha karmaşık bir süreç yaşandı. İddia edilenin aksine Lozan masasında ne salt bir zafer kazanıldı ne de hezimet yaşandı. 1914-1918 savaşının galibi İtilaf Devletleri ve 1919-1922 savaşının galibi Türkiye arasındaki müzakereler her iki taraf için de bir al-ver süreciydi. Ve her iki taraf için de bir bakıma başarıydı. Lozan’da yeni bir dünya düzeni kuruldu.

Lozan projesi çizgi romanından bir kesit
İllustratör: Gökçe Erverdi

Gabriel Nouradounghian ve Avedis Aharonian liderliğinde gayri resmi bir Ermeni heyeti de Lozan’da hazır bulundu. Doğu Anadolu’nun bir bölümünde yarı özerk bir ‘Ermeni Ulusal Yurdu’ kurmak istediler. Ancak Türk heyeti, Ermenilere resmi görüşmelerde yer verilmesine izin vermedi. Her ne kadar Ermeni delegasyonu, İsmet Paşa’yla gayri resmi bir görüşme yapsa da, Ankara hükümeti için Ermenilerin taleplerini yerine getirmek söz konusu bile olamazdı.

Nihayetinde son yüzyılda, o dönem Düvel-i Muazzama denilen başat Avrupalı imparatorluklarının Osmanlı İmparatorluğu’na müdahalelerinde sık sık dindaşlarının durumlarını bahane etmişler ve bu vesileyle imparatorluğun bağımsızlığının altını kazımışlardı. Türk milliyetçileri, Anadolu’da bir Ermeni yurduna izin verilmesinin yeni dış müdahalelerin önünü açacağından korktu. Tabii 1915-6’da meydana gelen ve daha sonra soykırım diye adlandırılacak tehcir ve toplu katliamlar konusunun masaya getirilmesini de istemediler. 

İşte tam da bu konu, Amerikan Hristiyan misyoner ve sivil toplum örgütlerinin Ermenilerin taleplerine destek vermesinin temel sebeplerindendi. Bu örgütler için Ermeniler (ve Rumlar) her şeyden önce dindaş Hıristiyanlardı. Mustafa Kemal’in “Yeni Türkiye”si onların gözünde ayaklanan bir “Genç İslam” vakasıydı. Bu, Panhristiyanlığa karşı Panislamizm, yani bir “medeniyetler çatışması” anıydı

Basil Matthews’ün 1926 tarihli kitabının kapağı

Lozan’da gözlemci statüsüyle bulunan iki Amerikalı delege, Richard Washburn Child ve Joseph Grew, Amerikan misyoner gruplarının ve Ermenilerin taleplerini İsmet Paşa’ya ilettiğinde, İsmet Paşa ve Ankara basını bu talepleri ancak ABD hükümetinin “Mississippi ve Georgia’yı zenciler için ulusal bir yurt olarak ayırması” gibi gerçekleşmesi mümkün olmayan bir plana benzettiler. Amerikalılara böylesi bir planı kendilerinin değerlendirmeye alıp almayacaklarını sordular. 

Ancak, ne gözlemci ABD heyeti, ne de Curzon ve daha sonra Horace Rumboldt tarafından temsil edilen İngiliz heyeti için din müzakerelerde göz önünde tutulan belirleyici bir unsur değildi. Bugün Türkiye’de İslamcı kesimlerin ortaya attığı, Curzon’ın Lozan’da İsmet Paşa ile birlik olarak Türkiye’yi İslam’dan koparmak için bir komplo kurdukları iddiası tamamen gerçek dışı. İddia edilenin aksine, Britanya’nın antlaşmayı ratifiye etmede gecikmesinin sebebi halifeliğin kaldırılmasını beklemesi değil, İrlanda’da Saorstát’ın anti-emperyal kaygılarla onay verme sürecinde yaşadığı tereddüttü. 

Lord Curzon ve İsmet Paşa

Amerikan Child ve Grew’ün, Ermenilere desteklerini kesmelerinin sebebi de farklıydı. Bu iki diplomat bir yandan misyonerlerin istekleri, öte yandan da Amerikan petrol şirketlerinin Orta Doğu petrollerine erişim için ekonomik talepleri arasında sıkışıp kalmışlardı. Standard Oil of New Jersey (şimdiki adıyla ExxonMobil) yöneticileri için Lozan’da meydana gelen bir “medeniyetler çatışması” değil, Amerikan petrol şirketlerinin kendilerini “İngiliz petrol ahtapotuna”, özellikle de İngiliz-Hollanda petrol şirketi Shell’e karşı savunmak için verdikleri bir “petrol savaşıydı”

Standard Oil, Irak’ın kuzeyinde, Musul’da bulunan ve Türklerin “kendilerine ait olduğunu” iddia ettikleri petrol rezervlerinden faydalanmak için Türkiye ile iyi geçinmeye hevesliydi. Amerikan petrol şirketleri, Shell’in gizlice İngiliz hükümetine ait olduğunu iddia ederek Amerikan Dışişleri Bakanlığı nezdinde lobi faaliyetlerinde bulundular. 

Washington’dan gelen emirle, Child ve Grew Lozan’da misyonerlerin taleplerini göz ardı edip, Standard Oil lehine hareket ettiler. Bu durum İsmet Paşa’nın da işine geliyordu çünkü Amerika’nın Ortadoğu petrollerine olan açlığı, Musul’u Türkiye adına talep etme girişiminde bir koz sağlıyordu. Sonunda Amerikan heyeti Ermeni davasından uzak durmayı kabul etti ama İngilizlerin Musul’u kaybetme korkusu ve ABD ile iyi geçinme hevesi sebebiyle Shell ile bir ortalık kurdu: Amerikan petrol şirketlerine, Ortadoğu petrollerinden pay verildi. Bu durum, Orta Doğu’nun kapılarını ABD’ye açtı. İlk birkaç on yılda Amerikan şirketleri petrol fiyatlarını yüksek tutmak amacıyla Orta Doğu’nun petrol rezervlerinin geliştirilmesini geciktirmeye çalıştılar. 1970’lere kadar özellikle Irak petrollerini sömürdüler. 2003’te Irak’ın işgalinden sonra hemen hemen aynı şirketler yeni adlarıyla bir süre Irak petrollerini yine kontrol ettiler.

Lozan Antlaşmasına imza atan taraflar için “barış” bir bakıma af anlamına da geliyordu. O dönem, savaş sırasında bile bütün dünyada kan donduran 1915-6 olayları için Türklerden hesap sorulması fikri Lozan’la rafa kaldırıldı. “Barış yapmak”, Woodrow Wilson’ın 1918 tarihli On Dört ilkesinde yer alan “kendi kaderini tayin hakkı” ve diğer vaatlerin unutulması anlamına geliyordu. 

Suriyeli, Filistinli, Mısırlı ve Iraklı Arap grupları ABD Başkanı’nın sözüne inanmış ve Lozan’a Milletler Cemiyeti mandası altında Fransa ya da İngiltere’ye teslim edilmek yerine kendi kendilerini yönetme iddialarını ileri sürme umuduyla gelmişlerdi. Ancak Lozan’da büyük bir hayal kırıklığına uğradılar

1920 Sèvres Antlaşması haritası.
Kaynak: Lozan projesi çizgi romanı. İllustratör: Gökçe Erverdi

İsmet Paşa müzakerelerin ilk etabının kesildiği gün, yani 4 Şubat 1923’te, Hicaz (bugünkü Suudi Arabistan), Suriye, Filistin ve Irak’ın bağımsızlığını desteklediğini ilan etse de, Lozan görüşmelerinin ikinci aşaması 23 Nisan 1923’te başladığında Araplar, Türk heyetinin gündeminden düştü. Çünkü, bu diplomatik manevrayla, Paris ve Londra’ya kapitülasyonlar konusunda geri adım attırılmıştı. Suriye, Irak, Ürdün ve Filistin İngiliz ve Fransız mandası altında kalmaya devam etti. 

Kürt davası, rakip gruplar arasındaki anlaşmazlık sebebiyle aslında en çok içeriden baltalandı: Pirinççizade Fevzi Bey ve Zülfüzade Zülfü Bey, Türk heyetinde yer alırken, Şerif Pașa, Kürtler için daha fazla özerklik istiyordu. Bu sırada Kürt nüfusun çoğunluğu oluşturduğu Musul’a sahip olmak isteyen Curzon Kürtlerin Fars kökenli olduğunu savunurken, İsmet Paşa Kürtlerin aslında Türk olduğunu iddia ediyordu. Hem Ankara hem de Londra, Kürtlerin kendi kaygıları doğrultusunda hareket edebileceğini düşünemeyerek, 1925 Şeyh Said isyanının karşı tarafın bir komplosu olduğuna inandılar.

Kürt davası, rakip gruplar arasındaki anlaşmazlık sebebiyle aslında en çok içeriden baltalandı.

Lozan’ın dünya tarihi için bir dönüm noktası yapan bir başka hususta barış adına nüfusların ayrıştırılmasıydı. Lozan, Türkiye’de yaşayan yaklaşık bir milyon Rum’un ve Yunanistan’da yaşayan yarım milyon Müslüman’ın evlerinden zorla uzaklaştırılmasına neden oldu. Etnik temizliği bir barış yapma aracına dönüştürdü. Evlerinden her ne kadar koruma güdüsü, milliyetçi ve ekonomik sebeplerle ayrılsalar da mübadiller, ne Türkiye’de ne de Yunanistan’daki yeni ortamlarında hoş karşılanmadılar.

Daha sonra “Filistin Sorunu” olarak adlandırılan İsrail yerleşimci sömürgeciliğine olası bir çözüm olarak da savunuldu mübadele. 1940’larda Hindistan’ın bölünmesi sırasında başvurulacak tehlikeli bir emsal teşkil etti. En son 2011’de Kosova üzerine Belgrad-Priştine Diyaloğu sırasında da bir çözüm yolu olarak tartışıldı.

Kayaköy (Karmylassos), Fethiye yakınlarında terk edilmiş bir Rum köyü.

Lozan, daha imzalandığı günden beri Türkiye’de farklı grupların elinde siyasal bir araç olarak kullanıldı. Kemalistler, Lozan’ı bir zafer olarak nitelediler. İslamcı-mukaddesatçı ve bugün Erdoğancı gruplar için karşı-olguları kabul ettirmenin tek yolu, Lozan Antlaşması’na hayali “gizli maddeler” icat etmek oldu.

1950’lerde Nazi yanlısı Cevat Rıfat Atilhan ve Necip Fazıl Kısakürek gibi aşırı-milliyetçi ve aşırı-muhafazakâr yazarların uydurdukları komplo teorilerine göre Lozan aslında bir Yahudi kurgusuydu; antlaşmanın süresi yüzyıl ve Türkiye’deki sözde zengin petrol ve bor madenlerinin çıkarılmasını engelleyen gizli maddeleri var. Bu safsatalara maalesef bugün bile Türkiye’de nüfusun yarısına yakını inanıyor ki tarihsel gerçeklikten toplumun neredeyse tamamının bu kadar kopuk olduğu bir ülkede bu belki çok da şaşırılacak bir durum değil.

Lozan’ı anlamanın ve Türkiye’de anlatmanın sanıyoruz en iyi yolu müzakereleri, antlaşmayı ve etkilerini sadece bir bütün olarak ele almak değil, iç içe geçmiş birçok farklı süreci önce ayrıştırıp, sonra birbirlerini nasıl etkilediklerinin izini sürmek. Sadece İngiliz ve Türk (ve diğer) temsilcilerinin diplomatik düellosu değil, İtilaf Devletlerinin kendi aralarındaki mücadeleler, Amerikan ve Sovyet temsilcilerinin müzakereleri etkileme girişimleri, petrol şirketleri ve çok uluslu bankalar gibi ekonomik, mali ve diğer aktörlerin lobi faaliyetleri, müzakerelere resmi olarak davet edilmeyen grupların eylemleri ve tabii Lozan ile bağlantısı olan her ülkedeki yerel siyasal gelişmeler bağlamında değerlendirmek.

Ancak o zaman Lozan’ı, Türkiye’de yüzyıl sonra bile tutsak kaldığı zafer-hezimet ekseninin sığlığından kurtarabiliriz diye düşünüyoruz. Lozan’la ilgili artık eski ezberleri bozan ve siyasal çıkarlara kurban edilmeyen, yeni, sağduyulu ve daha objektif anlatılara fazlasıyla ihtiyaç var. Böylesi kapsamlı anlatıların yaygınlık kazanmasının, Türkiye’nin Kemalist, Erdoğancı, Apocu, Gülenci, Türkeşçi ve diğer lider kültleri ve komplo teorileri çerçevesinde büyük ölçüde sınırlı kalmış ve çatışmacı siyasal kültürünün değişimine ön ayak olacağına inanıyoruz. Tabii bizimkisi sadece bir ümit. Ve tabii herşeyi de Lozan’dan beklememek lazım.

TLP’de yayınlanan blog ve podcastler, Lozan ve mirası ile ilgili bilgiye dayalı tartışma amaçlı olup, yayınlarımızda yazarlarımız ve konuklarımız tarafından ortaya atılan fikir ve görüşler, TLP’nin, partnerlerimizin, koordinatörler ve katılımcılarımızın görüşlerini mutlaka yansıtmamaktadır.